9 Ağustos 2010 Pazartesi

Hamam yerine pazarda bayılanlar!

7 Ağustos Cumartesi sabahı geç uyanmanın cezasını 1,5lt su kaybederek ödedik. Caaanım Datça pazarında ruhumu teslim etmemize az kalmıştı ki alışveriş yapmanın dayanılmaz hafifliği ile kendimize geldik.
"Biz kadınlardan korkulur"u bir kez daha göstermiş olduk... Konumuz bir çeşit hayat bilgisi, herkesin kabullendiği bir hayat gerçeği:  Bir kadın alışveriş için nelerden vazgeçer! Biz bu sefer sağlığımızdan vazgeçmek üzere olduğumuzu geç de olsa anladık.
Ben her sene 1 haftalık Datça tatilimde cumartesi pazarına gelirim. Eğer tatilim 1 haftadan az sürecekse mutlaka cumartesiye denk gelsin isterim.
Ama bu sefer fena yakalandım. Sabah erken kalkamadım ama pazarımdan da vazgeçmedim. Tam öğle sıcağında Serbü ve Rukiş ile kendimizi pazarın ortasında buluverdik. Ben bu sıcağı biryerden hatırlıyorum. Evet evet! Maya'da spor sonrası girdiğim saunadan!
Kendimi kalabalığın içine attım demek isterdim ama bu sıcakta pazara gelen birkaç akıllıdan biri olduğumuzu belirtmek isterim. Tam bu sırada stratejik bir karar alıp daha hızlı hareket etmek için saatlerimizi kurup güney, doğu ve batı kanatlarına ayrıldık .
Ben önce Özkan'a gittim son moda peştemalleri görmeye... Diğer peştemal tezgahlarını da gezdikten sonra yine ona döndüm elbette... Aldığım ön bilgiye göre geçen hafta "oscar de la renta" peştemalleri varmış ama taze bitmiş :(
Bu sefer Özkan yok tezgahta. Ben seçtiğim peştemalleri kenara ayırıyorum çünkü pazarlığı Özkan ile yapmam gerek. Biraz oyalanıyorum, o sıra da birkaç turiste peştemal satıyorum. Turistler ya hemen de sahipleniyoruz ürünlerimizi. Sanki Özkan adına değil de tüm memleket adına anlatıyorum el emeğini göz nurunu! O sırada Özkan geliyor. 7 tane peştemal seçmişim ama her zamanki gibi tezgahtaki en pahalılarını bulmuşum. Hiç kaçırmam... 60TL diyor önce... 50TL olsun işte düz hesap diyorum. Yok valla abla ne kazanıyoruz ki... Tam o sırada %96 nem içinde alnımdan fışkıran ter gözlerimi yakıyor. Aman Allah'ım ne pazarlığı, insanlar bu sıcakta bütün gün burada satış yapacak,  ben ise 3 kuruşun hesabını... O sırada ben başka söz etmeden sevgili Özkan uzattığım 100TL nin üzerine 45TL veriyor ve işi bağlıyoruz.

Datça Pazarı diğer köy pazarlarından çok farklı olmasa da yıllardır yerleri değişmeyen tezgahları seviyorum. Serbü ve Rukiş ile tekrar buluşup okulun karşısındaki sokaktan girince ilk sağa dönerken sağ köşedeki peynircimiz Mehmet'in  iltifatları eşliğinde keçi peynirimizi tadıyoruz. Biraz da çökelek... Mehmet iltifatları sıralarken sevgili eşi nasıl da gülüyor. Belli ki Mehmet'in CRM yönetimi eşinin pek bir hoşuna gidiyor...

Tüm pazar serüvene 1 saat dayanabildik ama pazar çantamızı doldurduk: peştemaller, çeşitli otlar, peynir, sebze ve meyveler...

score board
peştemaller: 100 üzerinden 90- yeterli pazarlık yapılamadığı için 10 puan kestim.
çeşitli otlar: 100 üzerinden 20- bu saate ot mu kalır? kalanlar anca 20 puan eder...
1,5LT su kaybı: 100 üzerinden 100- toksinler gitti! Yaşasın ölmedik!

Mutluluğu taştan çıkarmak :)

Sen aşkı çiçek böcek, güneş bulut sanmışsın…
Mevsimlerine göre uyuyup uyanmışsın…

Bu mısralarla Tarkan yne gönlümüzü çeledursun, ben aşkı taşlara boyayan Mino’yu buldum Datça’da… Taşlara çiçek , böcek , ağaç her şeyi resmediyor. Yüzünü güldürüyor insanın.Mutluluk veriyor...
Hep diyorum burada insanlar pek bir yaratıcı, havasından suyundan, arkadaşım Alev'in dediği gibi belki de Dionysos'un ruhunun etrafta rüzgar olarak dolaşmasından... 
Halam Serbü de teyoşum Ömür gibi gördüğüm en yaratıcı insanlardandır. Evin her köşesine kendinden birşeyler katar. Mesela şömine içinde duran "çılgın balık Memo" gibi... Ya da balkon kapısına dayalı aşık şapşal balıklar gibi...Hatırlıyorum da daha ben 7 yaşındayken, stilistlik kurslarına giden halamla oturur saatlerce ben de tasarımlar yapardım. Tasarıma olan ilgimi ilk keşfettiğim yıllardı... O günden beri de hep ilham vermiştir bana...


Kendi gibi arkadaşları da böyledir. Ben  Mino’yu da yıllar önce yine Datça’da halam Serbü sayesinde tanımıştım. Pozitif enerjisini hissettiğim ve sohbeti ile zamanın nasıl geçtiğini anlamadığım keyifli, yaratıcı Kova burcudur! E aynı burçtan olmamızın da etkisi vardır herhalde...
4 sene önce ilk boyadığı nazar boncuğu taşları hala evimde orta sehpamda durur. Uğur getirdiğine inanırım. Ama bu sene 4 sevimli gülen surat ile gönlümü bir kez daha fethetti…
Bu ziyaretimde Mino ile tasarımları üzerine sohbet ettik. Bana bu yazın sevimli suratlardan oluşan ana koleksiyonunu anlattı. Tasarımlarını bir yerde sergilemiyor. Ve ya satış noktası bulunmuyor. Ama onu bilenler tanıdık vasıtasıyla ulaşıyor bunlara.
Bir baktım ki burada herkesin evini süslemeye başlamış bile. Meğer tasarımları bunlarla bitmiyormuş, daha neler neler varmış. İlk zamanlar aklına ne gelirse boyuyormuş ama şimdi aklına gelenler de bir sırayla geliyormuş. Yani "hadi koleksiyon hazırlayayım" diye yola çıkmasa da birbirini kombinleyen bir duyguyu yansıtan hikayeler oluşuyormuş. Hikayeleri  kendinde saklı , belki birgün paylaşır ama şimdilik taşlara sahip olan sanatseverler kendi hikayelerini buluyor bunlarda...

Benim için bu 4 mavi minik surat masmavi Ege'de büyüyen , bu masmavi sularda yüzen mutlu çocukları anlatıyor. Birgün kafama eser de çocuk sahibi olmak istersem böyle mutlu olsunlar isterim. Bu yüzden bu suratları "mutluluk" simgesi olarak saklayacağım. Evimi görenler pek alışkın değildir çiçekli böcekli şeyler görmeye ama tek tasarımlar şimdilik Mino'dan...


Eğer siz de bu mutlu suratları evinize misafir etmek isterseniz bana yazın. Ben bir çaresine bakıp size ulaştırırım.  tulinbo@gmail.com


8 Ağustos 2010 Pazar

Hızlan Metabolizmam!

Ben tıkır tıkır yazılarımı yazarken halam elinde tepsiyle geldi balkona... Zaten Datça'mın rüzgarı ile barışmışız gazeteleri savuracak kadar kuvvetini gösteriyor.Keyfim yerinde ama halam daha da keyif katmaya kararlı...tatlı şeyler getiriyor yanıbaşıma...

Elma üzerine dökülen tarçın metabolizmayı hızlandırıyor ve yanında içilen buz gibi az yağlı süt meyvenin şekerini dengeliyor. Metabolzimam hızlanıyor...Benden söylemesi!

Bunun üzerine de 1 saat yüzdüm mü kim korkar Echo'dan!



















score board:  100 üzerinden 85 -bu kadar basit olup bu kadar keyifli olabildiği için-

3B ve 1R

Datça'nın meşhur 3B si var... Bal, badem ve balık! Hepsi çok güzel hepsi çok özel...Ama benim için bir de R'si var ki asla vazgeçemem: Rüzgar!!!
Şimdi bu rüzgarın benim hayatıma nasıl girdiğini nasıl beni savurduğunu düşünüyorum. Hikaye uzun...

Ama ben blogun hakkını vermeliyim, ruhunu katmalıyım... Internet'te bulamayacağınız kıyıda köşedeki detaylar var beni Datça'ya aşık eden bunları sandıktan çıkarmalıyım.

Aslında tüm hikayeler gibi başladı benim hikayem de:

Yıl 1993… Serbü halam Datça’dan ev alalı 2 sene olmuş… Datça neresi? Nasıl gidilir? Gidilmeli midir? Bu sorulara hiç gerek yok. E almış madem gitmek görmek lazım. Teyzem gider de ben durur muyum? Durursam beni bırakıp gittiği için hasta olmaz mıyım? Emin olabilirsiniz olurum. 40 derece ateşle bile yatarım…

Datça’nın virajlı yolları (o zamanlar fenaydı) yol tutan beni ne hallere sokardı hatırlamak bile istemiyorum. Ama beni tanıyanlar ne inatçı olduğumu bilir. Ölmek var dönmek yok… Kusmak var susmak yok…

Ben Datça’nın o zamanki halini oturup anlatamam belki ama 17 senedir sürekli geldiğim bu yarımadanın bende yarattığı etki ile bugün bana ne hissettirdiğini ve nasıl aşık olduğumu yazarım.

Arkadaşlarımı peşimden sürüklerken hep bu soru var kafamda “Ya benim gördüğüm gibi görmezlerse bu cennet yeri”
Aslında 1 haftalık tatilden bunu beklemek Datça’ya haksızlık olur elbette. Ama bekliyorum işte.. Sevsinler, tekrar gelmek istesinler, döndüklerinde anlata anlata bitiremesinler…
Ve aslında biliyorum ki her gelen sonunda tekrar buraya gelme planı yapar. Hatta ev almayı bile düşünenler olur.

3 Ağustos 2010’da da aynı duygularla Özü ve İsot’la birlikte Bodrum’dan Datça feribotuna bindik. Hatta binmeden önce bir de Köfteci maceramız oldu ki, bize de yolculuğunun ilk yarım saati eğlenecek konu çıktı. Feribot’a yetişmek için köftecide terör estirdik. Ama İsot son bombayı patlattı: “Köfteler o kadar güzel ki bırakamayız”
Bilmem bu tavır size nasıl boğazına düşkün bir grup olduğumuzu anlatıyor mu? Bir de Kuyruksuz Uçurtmamız olsaydı bizimle...
Köfteleri bırakmadık tabi. Feribot yaklaşık 12-15 araba alıyor ve terasta sanki mavi turda gibi hissediyorsunuz kendinizi. Hiç mavi tur görmesek yutturacaksın diyebilirsiniz. Ben görmedim henüz o yüzden kusuruma bakmayın. Biz bu "mavi tur"da bir de köfte ile piknik yaptık ki tadından yinmez…
Yol yaklaşık 2 saat sürüyor ve biz sabah 09:30 feribotunda yer bulamayıp 17:30 a bindiğimiz için ne kadar iyi yaptığımızı hissediyoruz. Zaten rüzgar sıcağı da hissettirmiyor. Canına yandığım "rüzgar" şimdiden başladı bedenimle dans etmeye. Dur daha ben ne dans edeceğim seninle sabahlara kadar...
Feribot Datça yarımdasının kuzeyinde Karaköy limanına yanaşıyor. Arabasız geçenleri karşılamaya gelenlerin heyecanı feribot kıyıya yanaştıkça hareketlenmelerinden anlaşılıyor. Hatta yanaşmasına 5 dakika kala el sallamaya başlıyorlar. Bazı çocuklar yaz tatilini bölüp sırf aileleri mutlu olsun diye uğrar da Datça'ya, aileler pek bir mutlu olur. Çocuklar da görev yapar, bu yüzden bazıları farketmez geldikleri yerin güzelliklerini... Feribottaki rüzgar sersem de etmiştir onları zaten !

Sonunda arabayı indirip Datça merkeze doğru yol alıyoruz. Merak etmeyin mesafe uzun değil 15 dakika sonra merkezdeyiz. Yarımadanın güneyine iniyoruz. Halamın sitesinin adı Güney sitesi… ve ben yıllar sonra ilk defa bu tatilde fark ediyorum bu detayı…
Özü ve İsot da Fora otele yerleşiyorlar. Ben de yine aynı düşünce “acaba beğenecekler mi?”

Halam kahvaltıyı hazırlamış balkonda bekliyor.Karanfil ve tarçınlı ekmek, dereotu maydonoz ve kırmızı biberli salatam... Ama alışık olmadığım bir tuhaflık var. Nerde benim rüzgarım? Beni karşılamaya gelmeyecek mi? Ben ona neredeyse şiirler yazacak kadar duygu yüklüyken böyle saklanmak da neyin nesi?
Derken hafiften nazlı nazlı gösterdi kendini... Ama belli ki bu sene pek bir utangaç bizimki , uğraştıracak beni...

Belki de Kargı'da bekliyordur beni!







6 Ağustos 2010 Cuma

gezdim gördüm sıra yazmaya geldi...

Bir hevesle okumaya başlayan 9 takipçimi hayal kırıklığına uğrattım...
3 aydır gezdim, gördüm, yedim,içtim hepsini kendime sakladım.

Mandıraya gidip peynir yaptım, deliler gibi dans ettim en çok da XUMA'da, gurme yemekler yedim ama en güzelini Ömür'ün mutfağında, konserlerde kendimden geçtim hatta Viyana Filarmoniyi ayakta alkışlama fırsatını bile buldum! Ama hepsini kendime sakladım. Yazmadım.

Evet bencillik yaptım ama bu arada ilk yazımı Karaf Magazin'in 43. sayısında şarapseverlerle buluşturmanın şımarıklığını da yaşadım.

Bir de sağlıklı bir yaşama adım attım. Mayadrom Sports Center'ın deneyimli eğitmenlerinden Echo ile çalışıyorum. Echo'nun hem bilgisine güveniyorum hem de hipokrat yeminine! Yani kendimce hipokrat yemini ettirdim ona. Yani: Vücut kitle endeksimi kimse ile paylaşmayacak. Paylaşırsa başına neler geleceğinin farkında!
Buradan anlaşılacağı gibi sağlıklı bir şekilde kilo verme çabasındayım. Bunca yıldır rejimdeyim deyip durmuştum ama "personal trainer"ım "Echo"m ile zinciri kırıyorum. Bunu ben değil çevremde farkı görenler söylüyor. :)

ben de diyorum ki; yeni yazılar yolda...

Datça'da yeni yazılarım için malzeme toplamaya çıkıyorum. Kargı, Palamutbükü ve Eski Datça'dan yeni keşiflerimi okuyacaksınız çok yakında.

svgler
tulinbo

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Aliaga ile geziye devam...

Arkası yarın demiştim 10 gün oldu... 10 günde aslında neler neler oldu. Ama ben önce yarım kalan Aliaga ile İstanbul turumu tamamlamak istiyorum. Henüz daha okuyucularımın sayısı 1 elin 5 parmağını geçmemişken sıkılanların çokluğunu göze alabilirim herhalde.

Carlos ilk günün yorgunluğunu üzerinden atamamışken ben Radisson Blu'nun kapısında beliriverdim. Kendisini yine yoğun bir güne hazırlamıştı ama bugün biraz daha insaflı davrandım.
Bir iki hipermarket ziyareti ile güne başladık. Parekende satış noktaları da önemli tabi.
Buradan sonra ilk restoran ziyaretimiz İstinya Park'taki Mezzaluna oldu. Öğle servisine denk geldik ama zaten bizim planımız da öğle yemeği yemekti. Sizi bilmiyorum ama ben Mezzaluna'nın menüsünde yıllardır keşfetmediğim birçok yemeği tatma imkanı buldum. Yediklerime inanamadım. Öğretilmiş gibi Mezzaluna'ya gidip sadece Pizza yemek, değişiklik yapmak isteyince , biraz da özleyince Melanzane sipariş etmek ne büyük eksiklikmiş! Size birkaç öneri yazacağım. Detay anlatmayacağım. Sadece gidin deneyin ve benim yaşadığım keşif duygusunu hissedin.
-gamberetti e calamari
-il guazetto con gamberi e calamari
-funghi misti trifolati con gnocchi alla romano
veee
-spiedino di pesce con riso selvatico

üstüne biz espresso içtik elbette (ekspresso diye okuyanlara bir hatırlatma yapmadan geçemeyeceğim. yazıldığı gibi okunuyor: espresso)
Türk kahvesi de olabilirdi ama Carlos maalesef kahve içmiyor. Biz de Türk çayına alıştırdık onu! Hem de ince belli de!
Bunca vakit geçirdi İstanbul'da ama henüz trafik yaşamadı dedim ve Maslak'tan Akaretlere kaç farklı şekilde gidilir onu gösterdim.
Şaka değil her tıknan yolun başında hooop alternatif yol...
Derken 10 dakika gecikme ile W Otel'deki tadım randevumuza vardık. Tadıma başlarken Carlos kısaca Aliaga hikayesini anlatmaya başladı. O her cümleyi söyledikten sonra ben Türkçe'ye çeviriyordum ki olan oldu :) Carlos: "Babam ilk oğlu doğduğunda anneme hediye olarak soyadını bağlara verdi" dedi. Ben de başladım çevirmeye... Ama öyle kaptırmışım ki kendimi tüm hikayeyi anlatmaya başlamışım. Herkes bana bakıyor bunca şeyi Carlos 1 cümlede mi anlattı diye. :)

Artık yavaşlama vakti gelmişti. Ortaköy Zuma'da Serdar ile kısa son bir tadım gerçekleştirdikten sonra Banyan'daki akşam yemeğimize geçtik.


Yemek masamız çok renkli ve keyifliydi. Gurme yazarlardan sevgili Zeyno Gürses, Mehmet Yalçın, Teoman Hünal, Mehmet Yaşin, Müge Akgün, Eren Güler , Kavaklıdere'den Ali Başman,Meltem Yavuz, Elif Erol, Cemil Kaya, Yasemin Taşlıca, Levon Bağış ve tabiki Carlos ve ben... Ortaköy'ün muhteşem kartpostal manzarasında altın köpüklerimizi yudumlarken yazın yaklaşmasını havanın geç kararması ile hatırladık... Ben işte bu akşamüstlerine bayılıyorum...
Banyan'daki menümüzü biz Didem hanımla beraber oluşturduk ama karar vermekte zorlandığınız bir güne denk gelirseniz tamamen seçimi ona da bırakabilirsiniz. Banyan'ı seçerek manzara ile zaten ilk doğru seçimi yapmış oluyorsunuz!
Ben gezdiklerimizi, gördüklerimizi, yediklerimizi anlattım.
Saat ilerledikçe sohbet daha da keyiflendi. Ben görevimi yaparak yine Carlos'un hikayesinin bir kısmını anlattım. Hepsini anlatmadım ayıp olur diye... Biraz da Carlos konuşsun di mi ama?

Saat 12'ye doğru herkes ile vedalaştık. Yasemin ile oturup birer kahve söyledik. Keyifli ve sorunsuz geçen iki günün özetini çıkardık. Yorgunluğa kesinlikle değdi.

Dediğim gibi Carlos sayesinde İstanbul'a ve restoranlarımza farklı bir açıdan bakabildim. İstanbul'u sevmek için birkaç neden daha ekledim listeme...
Ama Carlos'un davetini de değerlendirip San Sebastian'ın da güzelliklerini keşfetmekten zarar gelmez. İstanbul sevgimi de etkilemez.

Son bir teşşekkürüm var. Serhan'cım bu geziye görünmez kahraman olduğun için teşekkür eder eziyetimiz için özür dileriz.

Bitti.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Aliaga Istanbul'dan geçti...

Mütevazi, akıllı ve tutku dolu insan; Carlos Aliaga Fernandez...
Tutkuyu biraz açmak isterim , bahsettiğim şarap tutkusu. Hayata da başka bir bakış açısı getiren bir tutku... Çünkü şarap sabır ister, odaklanmak ister, duyuların açık olmasını ister... Şarap yapmak ise bunların hepsini...
Şarap yapımı bağda başlar derler. Amaç iyi şarap yapabilmekse-ki kim aksini söyleyebilir- iyi üzüm gerekir. İyi üzümden kötü şarap yapanlar var ama henüz kötü üzümden iyi şarap yapabilen olmadı, olamaz da zaten.

Aliaga İstanbul'a gelirken ne düşünüyordu bilmiyordum ama onu dinledikçe herşey şekillenmeye başladı. Aliaga bağları İspanya'nın Navarra bölgesinin Güneyinde Corella'da yer alıyor. Rioja'ya çok yakın. Yakın ama kesinlikle Navarra özelliklerini yansıtıyor. Carlos bize şimdilik bağlarında Tempranillo, Grenache ve Cabernet Sauvignon yetiştirdiğini anlatırken 50 yıllık bağlar olduğunu da belirtti. Önce şaşırdım ama iyi üzüm elde etmek amaç daha çok çeşit için olmayacak şeylere bulaşmak değil!
Ben öncelikle Aliaga isminin nereden geldiğini anlatmak isterim. Biliyorum daha başlığı okurken bu adamın soyadı niye böyle? Türk mü? acaba diye soruyorsunuz. Ya da ben anlatacağım diye bahane yaratıyorum. E yazıyorsam hakkımdır hayal gücü kullanmak.
style="font-family:trebuchet ms;">Birazdan okuyacağınız hikaye karışık ama bir o kadar da ilginç. Eğer soyağacıfobiklerdenseniz bu paragrafı direk atlayın derim.

Carlos'un babası 45 yıl önce 4 "fantastik*" kız çocuğunun üzerine gelen ilk erkek çocuğunun onuruna bağlarına eşinin kızlık soyadı olan Aliaga ismini veriyor. Bu aşamada problem yok ama birgün bu bağları babadan oğula kalması gerekecek. Aliaga ismi nasıl devam edecek????
İspanyolların soyadı kanunu biraz karışık. Herkesin adının sonunda iki soyadı bulunuyor. Buna aile ismi diyorlar. Örneğin Carlos Fernandez Aliaga. Fernandez babasından gelen , Aliaga da annesinden gelen soyadı. E bu durumda bizim Carlos'un oğlu babadan Fernandezi alacak anneden de Cruz soyadını alacak. Ama bu küçük Carlos'un anneannesinin adı olan Aliaga soyadı ile alakası kalmayacak! İşte bu sebeple Carlos zamanında olaya müdahale ederek kendi soyadının sırasını Carlos Aliaga Fernandez olarak değiştiriyor. Küçük Carlos bu sayede babadan Aliaga soyadını alabiliyor. Bizim Carlos'un babası bu durumdan pek hoşnut değil tabi. Gitti Fernandez soyadının sürekliliği. Şaka bir yana herkes memnun bu durumda... Çünkü dedim ya Şarap tutuku ister!
Biraz karışık olduğunu biliyorum ama anlatmadan geçemezdim. Çünkü Carlos herşeyde olduğu gibi bunu da tutkuyla anlatmayı başardı...


Gelelim gezimize...İşim gereği Carlos'a İstanbul'da güzel bir ziyaret planı ayarladım. Aliaga şaraplarını satan ve potansiyel mekanları gezecek ve tadım yapacaktık. Benim işim bu!Çarşamba günü kendisini Ortaköy Radisson Blu'da karşıladığımda daha şimdiden boğaz manzarasından etkilenmişti. Daha göreceklerinden haberdar değildi anlaşılan :)
İlk durağımız Taksim Talimhane'de Mehmet Yalçın'ın yeni açtığı Rouge oldu. Ortağı İsmail Karpuzoğlu, restoran müdürü Orhan Kutluay ve Gusto dergisi yazı işleri müdürü Aslı Çakır ile keyifli bir tadım yaptık. İşini ciddiye alan insanları seviyorum. İşi hayatı olan insanları da seviyorum. Çünkü ben öyleyim ve aynı enerjiyi karşı taraftan da alınca inanılmaz işler çıkıyor ortaya.
Sonraki iki durağımız Hyatt Regency ve Swiss Otel oldu. Buralarda da profesyonel tadımlar gerçekleştirdik. Carlos bu iki otelden ve ekibinden de çok etkilendi. Misafirperverlikten bahsetmiyorum bile...

Biz vakit kaybetmeden İstanbul turumuza devam ederken Carlos 'un gördüklerinden oldukça etkilendiğini görebiliyordum. Ne gariptir ki biz ülkemize bir yabancı misafir olarak geldiğinde kendi ülkemize farklı bir açıdan bakmayı deniyoruz. Arada bir sirkelenip yapmak lazım bunu. Çünkü takdiri hakedecek çok iş yapılıyor bu ülkede...

Gezimize dönelim. Sıradaki mekanımız Nişantaşı'nda Elif Yalın'ın yeni mekanı Delicatessen'di. Vina Aliaga Cuvee 2003 (Tempranillo-Cabernet Sauvignon) ve Aliaga Lagrima de Garnacha'yı Elif Yalın ve Barış Topkaya ile birlikte tattık. Ve ne mutlu bize ki Elif Yalın'ın özenle hazırladığı aperatifleri eşlik etti tadımımıza. Kuşkonmaz'ın tadı hala damağımda. Bu konuda iddalı konuşabilirim. uzun zamandır böyle güzel kuşkonmaz yememiştim. Altındaki elma dilimleri inanılmaz yakışmıştı.

Carlos'un yorumu: "Beyaz ve ferah bir mekan... Avrupa'da bile böyle titizlik zor bulunur"

Zanzibar... Yılların eskitemedeği isim, sürekli yenilenen ama zarif çizgisini asla bozmayan bir tradisyonel mekan! (Arada çok sevdiğim yabancı kelimeleri böyle kullanmayı seviyorum, abartırsam kusura bakmayın ama ne de olsa burası benim çöplüğüm :)) Zanzibar ile 2001 yılında tanıştım. 1 yıllık Amerika gezimden sonra İstanbul'a döndüğümdeydi. Hayattan keyif almak için vakit kaybetmemek gerektiğine karar verdiğim zamanlara tekabül ediyor bu yıllar. Hayatımın en güzel yılları da diyebilirim. Narmanlı apartmanında Grup Tasarım Mimarlıkta çömez olarak çalışıyordum. Ve firmanın 2 güzel ortağından hayranı olduğum iç mimar Canan Çakmak beni bir öğlen Zanzibar'a götürmüştü. İşte Zanzibar keşfim. O gün bu gündür kalite değişmedi. Bu çizginin korunmasında büyük emeği geçen dostlar var elbette. Atilla ve Erce'ye her zamanki gibi ilgi ve alakaları için teşekkür etmek istiyorum. Zanzibar sizlerle daha da güzel. Keşke Süley de bizimle tadıma katılabilseydi. Gözlerimiz aramadı değil... Nişantaşı'nda Biber'e uğramadan geçilir mi? Aliaga Rozesini en çok satan mekanlardan biri Biber... Levent sağolsun. Ne diyim, İstanbul'da nadir bulunan bar şefidir Levent... Eminim bu yaz Sortie'de Biber keyfini yaşatacak bize!
Veee akşam yemeği için sevgili Gamze İneceli ve Handan Özbek ile Leb-i derya Richmond'da buluştuk. Mekana girdiğiniz anda sizi etkileyen manzaraya tutulup kalıyorsunuz. Carlos'u hadi yürü diye dürtsem mi acaba? derken Gamze ve Handan'ın enerjisi ve gülümsemeleri de aynı etkiyi yaratarak bizi her zamanki koltuklarımıza çekti... Gamze Leb-i derya'nın Konsept geliştirme müdürü . Handan ise sürekli işinin başında Leb-i derya'nın kurucu ortağı. Ama görev tanımları bir yana Gamze ve Handan Leb-i derya'nın herşeyi diyorum ben. Bu kadar iyi anlaşan iki insanın aynı zamanda bu kadar enerjik, bu kadar pozitif ve bu kadar samimi olması karşısında nazar değmesin demek istiyorum. Çünkü bütün bu özelliklerini profesyonellikle ustaca birleştirip olağanüstü işler çıkarıyorlar ortaya.
Tadım sonrası hemen bu şarapları yemeklerle eşleştirmek istedik ve kendimizi şefleri Özhan Şivetoğlu ve Gamze'nin seçimine bırakıverdik. Detayları yazmayacağım. Çünkü ne kadar anlatsam da tatmanız lazım. Siz en iyisi Leb-i derya'ya giderek gurme menüsü isteyin. Veya bırakın Gamze size yemek ve şarap seçsin.
Yazım Carlos'tan çıkarak nerelere kadar uzandı. Ama biz turumuzu hala bitirmedik.

Sonuç: Çok keyifli sohbet ve tabi ki Cuvee 2003'ün de içinde olduğu Zanzibar'ın ithal menüsüne eklenen Aliaga Roze!
Gece Beyoğlu'ndan çıkıp İstinye Park'ta yaza merhaba diyen Beymen Bej'e uzandık. O gece Beymen Bej'de Vina Aliaga Cuvee 2003 ve Aliaga Lagrima de Garnacha (roze) ikram edildi. Hakan Özkul durmaksızın bitmek bilmeyen enerjisi ile misafirlerle ilgilendi. İstinye Park'ın Park bölümü bu sene de havalar güzelleştikçe daha da dolup taşacak...

Bu günkü gezi programımızın eksiksiz tamamlanmasında büyük emeği olan Cemil ve Yasemin'e teşekkürü borç bilirim.

Artık bitsin değil mi? Evet biz yorulduk eminim siz de okurken yoruldunuz.
Ama daha Carlos ile bir günümüz daha var...
Arkası yarın...

tulinbo


*fantastik: Carlos'un ingilizce de en çok kullandığı kelime.

hayatın farkında olmak

Blog yazmaya karar veren insan ne düşünür? Neden yazma ihtiyacı duyar? Sosyal medya hızlı paylaşım için bu kadar çok imkan sağlarken tek başına blog yazma ihtiyacı nerden gelir?Bilmiyorum diyerek işin içinden sıyrılabilir miyim acaba?
Peki sıyrılmayacağım...
Benim için en basit açıklaması şöye:
Hayatı ciddiye alıyorum! Attığım her adımın farkındayım. Kontrollü bir insanım demiyorum. Sınırlar çizmeyi sevmem. Ne zaman ne yapacağım belli olmaz ama birşey yapıyorsam da farkındalık antenlerim açıktır :)
Bir anda kendimi boğazın kenarında buluyorsam bir sebebi vardır elbette. Orada görmem gereken bir detay, içime çekeceğim nefesin tazeliğini hatırlamak... Belki Özü ile arabada oturarak susmaya , hayatı konuşmaya ve tekrar susmaya ihtiyacımız vardır. Kuyruksuz Uçurtma ile yürüryerek yeni seyahat planlarımız üzerinde konuşmaya... Maido ile birlikte o anı ölümsüzleştirmek için fotoğraf çekmemiz gerekiyordur... Belki de Berkeley ile üniversite yıllarından beri hayalini kurduğumuz boğazdaki ev üzerine konuşmaya...
(sevgili arkadaşlarım Berkeley, Özü, Kuyruksuz Uçurtma ve Maido blogum sizlerle güzelleşecek)
İşte bu farkındalıkları , hayatın güzelliklerini , yeni keşifleri bir yerlere karalamaya karar verdim... olur da birileri de okumak isterse diye de sanal dünyaya taşıyorum.
Unutmadan baştan söyleyeyim. Benim işim şarap! Bu sebeple yazılarımın çoğunda şarap konu olacaktır. En olmadık yerde bile karşınıza çıkacaktır. Sonra söylemedi demeyin.
N'apim, işim benim hayatım!
Hoşgeldiniz!
tulinbo