8 Ağustos 2010 Pazar

3B ve 1R

Datça'nın meşhur 3B si var... Bal, badem ve balık! Hepsi çok güzel hepsi çok özel...Ama benim için bir de R'si var ki asla vazgeçemem: Rüzgar!!!
Şimdi bu rüzgarın benim hayatıma nasıl girdiğini nasıl beni savurduğunu düşünüyorum. Hikaye uzun...

Ama ben blogun hakkını vermeliyim, ruhunu katmalıyım... Internet'te bulamayacağınız kıyıda köşedeki detaylar var beni Datça'ya aşık eden bunları sandıktan çıkarmalıyım.

Aslında tüm hikayeler gibi başladı benim hikayem de:

Yıl 1993… Serbü halam Datça’dan ev alalı 2 sene olmuş… Datça neresi? Nasıl gidilir? Gidilmeli midir? Bu sorulara hiç gerek yok. E almış madem gitmek görmek lazım. Teyzem gider de ben durur muyum? Durursam beni bırakıp gittiği için hasta olmaz mıyım? Emin olabilirsiniz olurum. 40 derece ateşle bile yatarım…

Datça’nın virajlı yolları (o zamanlar fenaydı) yol tutan beni ne hallere sokardı hatırlamak bile istemiyorum. Ama beni tanıyanlar ne inatçı olduğumu bilir. Ölmek var dönmek yok… Kusmak var susmak yok…

Ben Datça’nın o zamanki halini oturup anlatamam belki ama 17 senedir sürekli geldiğim bu yarımadanın bende yarattığı etki ile bugün bana ne hissettirdiğini ve nasıl aşık olduğumu yazarım.

Arkadaşlarımı peşimden sürüklerken hep bu soru var kafamda “Ya benim gördüğüm gibi görmezlerse bu cennet yeri”
Aslında 1 haftalık tatilden bunu beklemek Datça’ya haksızlık olur elbette. Ama bekliyorum işte.. Sevsinler, tekrar gelmek istesinler, döndüklerinde anlata anlata bitiremesinler…
Ve aslında biliyorum ki her gelen sonunda tekrar buraya gelme planı yapar. Hatta ev almayı bile düşünenler olur.

3 Ağustos 2010’da da aynı duygularla Özü ve İsot’la birlikte Bodrum’dan Datça feribotuna bindik. Hatta binmeden önce bir de Köfteci maceramız oldu ki, bize de yolculuğunun ilk yarım saati eğlenecek konu çıktı. Feribot’a yetişmek için köftecide terör estirdik. Ama İsot son bombayı patlattı: “Köfteler o kadar güzel ki bırakamayız”
Bilmem bu tavır size nasıl boğazına düşkün bir grup olduğumuzu anlatıyor mu? Bir de Kuyruksuz Uçurtmamız olsaydı bizimle...
Köfteleri bırakmadık tabi. Feribot yaklaşık 12-15 araba alıyor ve terasta sanki mavi turda gibi hissediyorsunuz kendinizi. Hiç mavi tur görmesek yutturacaksın diyebilirsiniz. Ben görmedim henüz o yüzden kusuruma bakmayın. Biz bu "mavi tur"da bir de köfte ile piknik yaptık ki tadından yinmez…
Yol yaklaşık 2 saat sürüyor ve biz sabah 09:30 feribotunda yer bulamayıp 17:30 a bindiğimiz için ne kadar iyi yaptığımızı hissediyoruz. Zaten rüzgar sıcağı da hissettirmiyor. Canına yandığım "rüzgar" şimdiden başladı bedenimle dans etmeye. Dur daha ben ne dans edeceğim seninle sabahlara kadar...
Feribot Datça yarımdasının kuzeyinde Karaköy limanına yanaşıyor. Arabasız geçenleri karşılamaya gelenlerin heyecanı feribot kıyıya yanaştıkça hareketlenmelerinden anlaşılıyor. Hatta yanaşmasına 5 dakika kala el sallamaya başlıyorlar. Bazı çocuklar yaz tatilini bölüp sırf aileleri mutlu olsun diye uğrar da Datça'ya, aileler pek bir mutlu olur. Çocuklar da görev yapar, bu yüzden bazıları farketmez geldikleri yerin güzelliklerini... Feribottaki rüzgar sersem de etmiştir onları zaten !

Sonunda arabayı indirip Datça merkeze doğru yol alıyoruz. Merak etmeyin mesafe uzun değil 15 dakika sonra merkezdeyiz. Yarımadanın güneyine iniyoruz. Halamın sitesinin adı Güney sitesi… ve ben yıllar sonra ilk defa bu tatilde fark ediyorum bu detayı…
Özü ve İsot da Fora otele yerleşiyorlar. Ben de yine aynı düşünce “acaba beğenecekler mi?”

Halam kahvaltıyı hazırlamış balkonda bekliyor.Karanfil ve tarçınlı ekmek, dereotu maydonoz ve kırmızı biberli salatam... Ama alışık olmadığım bir tuhaflık var. Nerde benim rüzgarım? Beni karşılamaya gelmeyecek mi? Ben ona neredeyse şiirler yazacak kadar duygu yüklüyken böyle saklanmak da neyin nesi?
Derken hafiften nazlı nazlı gösterdi kendini... Ama belli ki bu sene pek bir utangaç bizimki , uğraştıracak beni...

Belki de Kargı'da bekliyordur beni!







1 yorum: